BEĞENİ HAPİSHANESİ
Anlamsız sevgiler, sevgililer, eşler diyarı oldu bu zamanın kırık ve bir türlü bahtiyar olmayan zamanı. Zaman dönüp eskileri arar mı? Aramaz demeyin, zamana bile eski günlerini aratan insanlar olduk da farkında değiliz. Bir güzel kardeşim radyo programında “abi senin paylaşımlarına bakıyoruz ama ailene dair hiçbir şey paylaşmıyorsun, özel hayatını, gittiğin yerleri, yediğini, içtiğini bizlerle paylaşmanı isteriz diye bir soru sordu.” Ben de adı üzerinde özel hayat özel yaşanır, başımın tacı eşimi, yavrumu, ailemi neden paylaşma gereği duyayım ki diyerek cevapladım. Belki bazı dinleyicilerim beni yobaz görebilir, belki geri kafalı, ya da istedikleri her yere bu düşüncemi çekebilirler ama ben böyleyim. Sosyal medyadan takip edenler beni bilir ki sadece işimi paylaşırım. Sosyal medyayı sadece iş olarak kullananlardan olduğumu, tanıtımlar ve radyo programı istek hattı gibi kullandığımı söylemek isterim. Özel hayatını sosyal medyada dibine kadar yaşayan ve yansıtan insanları da anlayışla karşılar saygı duyarım. Ama bu yansıtmaların da çoğunun sosyal kandırmaca olduğunu düşünürüm. Beğeni sevdası adına hayatını ona endeksleyen, beğeni ve yorumların artacağı yerler ve kişilerle hayatını devam ettirmenin ruhsal bir beğeni hapishanesi olduğunu vurgulamak isterim. Sevmenin yeri sosyal mecralar değil kişinin yüreğidir. İnsan bu tadı yakalayınca dilden gönüle söz gitmese de duruş ve hisleriyle sevdiğini haykırabilir. Eskiler ne güzel de yaşamış oysa aşkı. Hani bir söz var ya; "Nene" dedim, "Dedem sana hiç çiçek aldı mı?" Durdu ve şöyle dedi:"Bana aldığı fistanların hepsi çiçekliydi. Aşık sevdiğine belki hiç çiçek almamıştı ama, onun için aldığı fistanların hepsini de çiçekliydi.
"Muhabbetimi bir hikayeyle taçlandıralım mı?
...
O, bunu biliyordu. Askere giderken eşiyle son kere yalnız kaldığında demişti ki, “Eve gönderdiğim her mektubun sonuna üç tane nokta koyacağım; üç tane nokta… O üç nokta senin içindir, anladın değil mi?“
Hiç anlaşılmaz mıydı? Eski askerliklerin uzun yıllarında, derbeder fasılalarla eve gönderilen her mektubun sonunda hep o üç nokta vardı.
Analar, babalar, teyzeler, amcalar, komşular ve tanıdıkları hatırlarının sorulmasına memnun oluyorlar, dualar gönderiyorlar ama mektubun sonundaki o üç noktaya hiç mi hiç dikkat etmiyorlardı.
“Üç nokta“nın muhattabı ise her defasında bir öncekinden leziz hasret ve aşk cümleleri okuyordu. Hiçbir edibin o güne kadar kaleme almaya muvaffak olamadığı güzellikteki aşk mektupları, üç noktanın içindeki daracık mekanda, her defasında ter-u taze sevgi kelimeleriyle uzun yolculuklar ediyor, günlerce kayınbabanın emekli cüzdanında, kayınvalidenin En’am cüzünün arasında bir muska ihtimamı ile gezdirildikten sonra lütuf kabilinden gelin hanıma da gösteriliyordu. Onun mektupta yazılanlara aldırış ettiği yoktu; son satırın sonundaki üç noktayı arıyor, buluyor, okuyor, taze havadisler ve mahrem sevgi sözlerini deşifre ediyor ve daima, o üç noktayı buğulanmış gözlerinden süzdüğü üç damla gözyaşı ile yıkıyordu. Seneler, seneler sonra, bütün sözlerin mahremiyet yaşmağını yırtıp, üryan tekilliklere düştüğü bir gün, yüreğinin tam üzerinde sakladığı son mektubu çıkarıp sonundaki üç noktayı okşarcasına seyrederek sevgilisine şöyle demişti: Sahi Ahmet Bey, ne güzel mektuplar yazardın eskiden?
Sevgi ile...