
Hak, Hukuk, Adalet…
Hayatın tam merkezinde duran üç kelime… Belki de her şeyin başı ve sonu. “Hak” dediğimiz şey, insan olarak doğduğumuz andan itibaren taşıdığımız bir değer. Kimsenin lütfu değil, kimsenin sadakası değil… Varoluşumuzla birlikte gelen bir gerçeklik. “Hukuk”, bu hakkı korumak için kurulan düzenin adı. Ve “adalet”… İşte o, tüm bu sistemin vicdanı.
Zaman zaman yaşadıklarımız, duyduklarımız ya da tanık olduklarımız, içimizi burkuyor. Bir annenin gözyaşında, bir çocuğun sessiz çığlığında, bir işçinin çaresiz bakışlarında; haklarını ararken kaybolmuş nice insan var. Bazen bir mahkeme kararında, bazen bir haber başlığında, bazen de hayatın içinde karşılaşıyoruz bu duvarlarla. Oysa adalet, yalnızca bir mahkeme salonunda değil, bizim gündelik davranışlarımızda da yaşamalı.
Birine haksızlık edildiğinde, sessiz kalmak da bir tercih. Ama bilmeliyiz ki adalet, sessizliğe değil, sese ihtiyaç duyar. Ama bu sesin tonu da önemli. Öfkeyle, bağırarak, kırarak değil… Anlamaya çalışarak, diyalogla, sabırla da adalet savunulabilir. Çünkü hak aramak bir mücadeledir, evet. Ama bu mücadele, içinde insanlık barındıran bir yolculuktur.
Bugün bu üç kelimeye en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardayız belki de. İnsanlar yoruluyor, güvenini yitiriyor, “adalet var mı?” sorusunu kendi kendine sormaktan bıkıyor. Ama yine de unutmamalıyız: Adalet bir gün herkese lazım olacak. Ve o gün geldiğinde, geçmişte sustuklarımızın vicdanı bizi en çok rahatsız eden şey olabilir.
O yüzden, küçük yerlerde başlasın istiyoruz adalet. Bir işyerinde adil bir maaş dağılımında, bir okulda çocuğa eşit yaklaşımda, bir komşunun derdine kulak verirken… Belki bir köşe yazısında, belki bir radyo programında… Çünkü bazen bir cümle bile, bir yüreğe umut olabilir.
Adaletin olduğu yerde huzur olur. Hakkın teslim edildiği yerde barış doğar. Ve hukukun gerçekten herkes için uygulandığı bir toplumda, güven yeşerir.
Unutmayalım: Adalet bir gün değil, her gün gereklidir. Ve onu yaşatmak hepimizin görevidir.