
"Sustum, Yazdım... Radyoda Konuştum!"
Bugün 24 Temmuz. Takvimde sadece bir tarih gibi dursa da, aslında iki büyük anlamı var: Biri sesimizin özgürlüğü, kalemimizin cesareti… Diğeri, bu toprakların başını dik tutan bir milletin imzası…
Yani bugün hem Basın Özgürlüğü Günü hem de Lozan Antlaşması’nın yıldönümü.
Radyoya ilk oturduğum günü hatırlıyorum. Mikrofonun karşısında içim titreyerek sesimi duyurduğum o ilk an… Ne söyleyeceğimi değil, nasıl söyleyeceğimi düşündüğüm bir gündü. Çünkü radyo sadece ses değildir; duruştur, sorumluluktur, toplumu uykusundan uyandırmaktır.
Ama biliyorum, her kelime özgür değil bu ülkede. Her cümle bazen kısılır, her doğru bazen ağır gelir bazı kulaklara. O yüzden 24 Temmuz’da basın özgürlüğünü kutlarken aslında biraz buruk, biraz kırgınız. Çünkü yazabilmek bir lüks olmamalı. Yazmak, konuşmak, anlatmak... bunlar bir halkın nefesidir.
Lozan Antlaşması'nı da aynı hisle anıyorum bugün. O masa yalnızca siyasi bir zafer değil, bu milletin “ben buradayım” deyişiydi. “Sevr’e boyun eğmeyiz, esareti kabul etmeyiz” diyenlerin imzasıydı o. Bugün hâlâ kıymetini anlamayanlar var; hâlâ Lozan’a dil uzatanlar var. Ama ben inanıyorum ki, bu milletin onuru satır aralarına değil, yüreğine kazınmıştır.
Gazetecilik… Radyoculuk… Bunlar sadece meslek değil. Bazen yalnızlıktır, bazen hedef tahtası olmak. Ama her şeyden önce bir görevdir: Halkın sesi olmak.
Bugün bir mikrofonun başındayım. Özgür müyüm? Kısmî… Ama cesaretliyim. Çünkü bu ülke için yazanlar, konuşanlar, susmayanlar oldukça… hem basın özgür olacak, hem bu millet.
24 Temmuz sadece bir tarih değil.
Bu ülkenin sesini susturmaya çalışanlara karşı, sesimizi yükselttiğimiz gün.
Kalemimde mürekkep değil, vicdan var.
Sesimde yankı değil, gerçek var.