
GELECEĞE ÜZÜLDÜĞÜMÜZ ÇAĞDAYIZ
İnsan, zamanın ekseninde yaşayan, benzersiz bir varlıktır. Bizi diğer canlılardan ayıran en büyük yeteneklerden biri, sadece 'an'da değil, aynı zamanda geçmişi kucaklayarak ve geleceği tasavvur ederek yaşama kabiliyetimizdir. Ancak son yıllarda, bu zaman algımızda acı bir kayma yaşanıyor gibi: "İnsan, geçmişine sevinir, geleceğine ağlar hale geldi."
Bu ironik durum, basit bir nostaljiden ya da sıradan bir karamsarlıktan daha fazlasını ifade ediyor. Bu, güvensizlik ve belirsizlik çağının ruh halini yansıtıyor.
Neden geçmişimize seviniyoruz? Geçmiş, bitmiş olandır. Olaylar yaşanmış, sonuçlanmış, dersler çıkarılmıştır. Hatalar yapılmış olsa bile, artık o hataların enerjisi tükenmiştir. Geçmiş, düzene sokulmuş, hikayesi yazılmış, kapanmış bir kitaptır.
İnsan, geçmişe dönüp baktığında bir hâsılat çıkarır. Çocukluğunun saflığına, gençliğinin cesaretine, kaybedilen ama unutulmayan anlara sevinir. Bu, kayıp cennetin özlemi değildir; bu, kontrol edebildiğimiz tek zaman diliminde bulduğumuz tesellidir. Ekonomik krizlerin nispeten öngörülebilir olduğu, sosyal bağların daha sağlam hissedildiği ve dünyanın bu denli parçalanmadığı bir dönemi hatırlamak, şimdiki karmaşaya karşı bir sığınak işlevi görür. Tecrübenin bilgeliği, geçmişi sevinçle anmamızı sağlar.
Peki, neden geleceğe ağlarız? Çünkü gelecek, belirsizliğin ta kendisidir. Eskiden insanlar, bir sonraki neslin kendilerinden daha iyi yaşayacağına dair içgüdüsel bir umut taşırdı. Bugün ise bu doğal ilerleme inancı sarsılmıştır. İklim krizleri, toplumsal kutuplaşma, ekonomik istikrarsızlık ve hızla değişen teknoloji, geleceği bir fırsatlar dizisi olarak değil, bir tehditler toplamı olarak görmemize neden oluyor.
Geleceğe ağlamak, sadece kendi yaşlanma korkumuzdan değil, daha çok çocuklarımızın yarınları için duyduğumuz endişedendir. Geçmişin basit ve elle tutulur değerleri yerine, geleceğin dijital ve hızla tüketilen dünyasında anlam bulamama korkusudur bu. Omuzlarımızdaki yük, sadece kendi hayatımız değil, aynı zamanda dünyanın gidişatı haline gelmiştir. Bu yük, umut yerine gözyaşı getirir.
Bu paradoksu kırmak için, ne geçmişte takılıp kalmalı ne de geleceğe feda olmalıyız. İhtiyacımız olan şey, tüm kadim bilgelerin işaret ettiği o yoldur: Anda kalmak.
Geçmişten ders almalı ve onun getirdiği sevinci bir enerji kaynağı olarak kullanmalıyız. Geleceği ise felaket senaryolarıyla değil, bugün atacağımız kararlı adımlarla şekillendirebileceğimiz bir potansiyel alanı olarak görmeliyiz. İnsan olmanın asıl gücü, ne dünkü huzurda ne de yarınki kaosta; tam olarak şu anki kararlılığımızdadır.
Yoksa biz, sevinci bitmiş olana hapseden, umudu ise hiç gelmeyene erteleyen bir nesil olarak tarihe geçeceğiz. Bu kısır döngüyü kırıp, bugünümüze umut aşılamak zorundayız.